LEYLA OLMAK, KÖPRÜLER KURMAK VE FENOMENDE MUTLU KALMAK

Ocak 7, 2007 at 6:14 pm (zeynep'in köşesi - tehlikeli yazılar :))

Kendi halinde kalırsan bir damlasın
ama bütüne katılırsan bir
derya olusun.
Ey insan! Sen yüzbinlerin
birisin; ama bütününle sen
yüzbinlersin.
Bu hır gür, bu savaş nereye
kadar? Sen bensin ben senim işte!
Mevlana

Zordur insan olmak… Yüz milyara yakın nörondan, ikibine yakın kw enerjiden daha fazlası olmak… Yani kadavradan fazlası olmak… Başkalarına hayatı tahammül edilebilir kılmak… Meleklere secdegah olup hizmetine sunulan yaratıklardan aşağılara düşebilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmak… Med cezir olmak…

İnsanoğlu mutsuzluklar üzerine bina olunmasında inatlaştığı bir düzende. Mutsuz olmak için elinden geleni yapıyor, bütün fırsatları değerlendiriyor. Varoluşsal yalnızlığını fark etmeden yaşıyor. Karşısında; yalnızlığını gidermek için boşluğuna bir şeyler ya da birilerini yerleştirmeye çalışmak nafileliği… çünkü yalnızlık-hele varoluşsalsa- paylaşılmaz, sadece yaşanır.

“En uzak mesafe ne Afrika’dır
ne Çin, ne Hindistan,
ne seyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan”

diyor Can Yücel. Birbirini anlamıyor, anlayamıyor, anlatamıyor, anlamak istemiyor insanoğlu… Beni bir tek sen anladın sen de yanlış anladın esprisiyle, kafalar arasındaki uçurumlar daha da derinleşiyor. Karşısındakini anlayacak birkaç dakikası olmuyor ama iletişimsizlikten kaynaklanan bir problemi çözmek-veya çözememek- için yıllarını verebiliyor.

İç çatışmalarını, çekişmelerini allayıp pullayıp eşine dostuna giydirme noktasında çok profesyonel olan bir toplumdayız. Oysa sorunların yanıtlanması, problemlerin çözülmesi insanoğlunun fenomenine eğilmesiyle nihayet bulabilir ancak ve ancak… Böyle bir durumda dünyaya bakılan gözlüklerin ayarlarının iyi olması gerekmektedir. Aynı sorunları yaşayan yüzlerce hatta binlerce insan var yeryüzünde ve bir o kadar tepki… Aile, oyun oynanan sokak, alışveriş yapılan market, sevilen renk, izlenen filmler tepkiye doğru yol gösteren etmenlerden sadece birkaçı… Ve mutluluk her daim gölgede… Bütün imkânları değerlendirmek yetmiyormuş gibi; mutsuzluk adına yeni imkânlar geliştiriliyor. Vicdan mekanizmasının susturulması adına da küçük bir gülücük resmetmekten geri durulmuyor. Önce ağaçlar kesiliyor, betonarmeler dikiliyor mesela. Sonra vicdan artçıları başlayınca; dikilen betonarmelere birkaç çiçek çiziliyor, dalları unutulmadan… Veya birkaç saksı çiçek yerleştiriyor evin birkaç köşesine.

O kadar depresif olunuyor ki bazen; türkülere bile yansıyor bu… Beklenen “Kara Tren” ya “gecikir” ya da “belki hiç gelmez” oluyor. Yani vaktinde gelme ihtimali düşünülmüyor.

Hatta

“Ne zaman arabamı yıkasam mutlaka yağmur yağar
Yağmurda yürüsem su sıçratır üstüme pis arabalar
En uzun yanan yeşil ben geçecekken sararır
sola girsem sol tıkalı, terk ettiğim şerit boşalır…”(*)

denilebiliyor… Zor ve sıkıntılı zamanlar mutsuzluğa denk tutuluyor çoğu kere. Oysa Pollyanna olmaktan ötesi ele alınırsa-Pollyanna kendini kandırmanın psikolojisi olarak algılanır ki aslında öyle değildir, daha çok güzellikleri görmeyi sembolize eder- arabanızın kirlenmesi bir arabanızın var olduğunu gösterir. Sarı ışık, yeşil ışık görebildiğinizi gösterir. Bulunduğunuz tıkalı şerit tıklım tıklım yalnız olmadığınızı gösterir.

Bir tanıdığım bir zamanlar takma isim olarak kendine “No Pain, No Gain” seçmişti. Sıkıntıya sokan anlar veya zamanlar olmasa elde ettiklerimizin bir tarafları eksik demektir. En azından değer ölçüsü daha düşüktür. Yağmurun gözbebeğinde karanlık gizlidir. Oysa yağmur “Gain” dir. Kara bulutlar yağmur demektir… Rahmet ve yağmur arasına; geçmiş ve gelecek arasına; İnsan ve Rabb arasına; acizlik ve dua arasına köprüler kurulmadıkça “Pain” hep yalnız kalacaktır. Yani sadece sıkıntılar görülecek, “Gain” görülemeyecektir. Ve iç alem değiştirilmedikçe, güzellikler görülmedikçe bunun olabilirliği tehlikede demektir.

Hayatın anlamı –ya da amacı- unutuldukça ayrıntılar hükmediyor her bir yana… Ufku dolduran manidarlıklar yerini daha basitliklere terk ediyor. Her ayrıntı bir paranoya, her paranoya çoğu kez bir sanrıdan ibaret.”Her türlü çözümler, nedenleri cinsinden olmalıdır.” diyor Prof. Dr. Yaşar Özbay. Bu deyiş göz önünde bulundurulursa, ilkokul sıralarında öğretildiği gibi sepette toplanacak, çıkarılacak, bölünecek, çarpılacak nesnenin elma mı, armut mu olduğuna bakılması gerekliliği ortaya çıkıyor. Evet, problem ne; işlem ne; nesne ne?

Eldeki veriler doğru kullanılmazsa sonuç: Kuğu kuluçkasından çıkan çirkin ördek yavrusu…

Fenomen dışına çıkılınca dış merkezli bir duruma geçilir. Dıştan gelen tüm etki ve tepkilere karşı daha hassas olan insan paranoya ve sanrılar arasında Pollyanna olamaz.

Velhasıl-ı anne baba, eş dost herkes her şey bir yere kadar… Solipsizme kaymadan, diğerleri ve dünyayı unutmadan egosantrik olmanın bir mahsuru yoktur galiba…

Ve sepetteki elmaları armut görmemek için sanırım herkese bir Joe Black(**) gerek…

Yaşamak…
Leyla olarak yaşamak…
Köprüler kurarak yaşamak…
Fenomende mutlu kalarak yaşamak…

(*) :Fericun Düzağaç-Orijinal Altyazılı-Tesadüfler
(**) :Yönetmen: Martin Brest;1998-ABD; Başrol: Brad Pitt

zeynepkg

Yorum bırakın